İstiklal Marşı ve Mehmet Akif- Özel

 

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                             

  

  

  

  

  

  

  

 

 

 

 

 

 

 

                                                            İSTİKLAL MARŞI TARHİMİZE KISA BİR BAKIŞ

Dinler, milletler, topluluklar birbirlerini tanımak, varlıklarını kökleştirmek, güçlerini arttırmak, amaçlarını yerleştirmek için müziğin çekiciliğinden yararlanmışlardır.

Batı uygarlığına giren Türkiye, diğer Batılı devletler gibi bir ulusal marşa sahip olmalıydı. Bu bir zorunluluktu. Gerçi ulusumuzun evvelce çok eski çağlardan gelme, milletçe ve orduca söylenen türküleri de yok değildi. 16. yy.dan kalma Genç Osman Bestesi millî bir marşımızın günümüze dek ulaşan kalıntılarından biridir. Sivastopol, Plevne, Cezayir marşları da bunlardan birer örnektir.

Türk toplulukları bağımsız bir devlet kurunca, bunu topluma yaymak için bayrak çekerler, davul çalarlar, çadır kurarlardı. Bu bakımdan büyük Türk devletleri içinden, devlet olmağa değer beylikler türeyince, hakan bunlara bağımsızlık işareti olarak, bayrak, davul, çadır, giyecek gönderirdi. Yalnız Batı’da değil, bizde de göz için egemenlik simgesi bayrak, kulak için müziktir. Bunun böyle olduğunu, Osman Gazi’nin uçbeyi olunca, bağlı bulunan Selçuk Sultanı’ndan egemenlik belirtisi olarak bayrak ve davul almış olması gösterir. Davul yalnız bir çalgı olarak kalmayıp, bunun yanına başka enstrümanlar da katılarak “Mehter Takımı” ve “Mızıkayı Hümayun” a kadar ulaşan bir gelişim olmuştur. Bu ilerlemede kökü ulusal varlıkta bulunan inançlarla, Batı uygarlığından gelen bilgilerin sarmaştığı, bağdaştığı görülmektedir.

                 MİLLİ MARŞ YAPMA GEREĞİ

               Tarihimiz boyunca özellikle Tanzimat’tan bu yana milletler arası ilişkilerde milli marşın eksikliği hissedilmiştir. Jön Türklerin Paris’te bulunduğu sırada geçen bir olayı, bu eksikliğin ne denli hissedildiğini anlatılabilmesi yönünden aktaralım:

Jöntürkler Paris’tedirler. Bir Fransız edebiyat kulübü, Türk gençlerine tanışma çayı düzenler. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Süavi, Şinasi, Sefaret imamı Hoca Tahsin… gibi edebiyatçı, yeni fikirli gençler toplantıya katılırlar.

Fransızlar, toplantıyı millî marşları olan Marseilles’le açarlar. Toplantıda yenilir, içilir ve edebî sohbetler, fikir tartışmaları olur, dağılırlar.

Aradan bir müddet geçtikten sonra, bu kez Jöntürkler Fransız edebiyatçıla­rına bir ziyafet verirler. Her şey hazırdır, misafirler gelmiştir. Tam bu esnada, gençler toplantıyı nasıl açacaklarını düşünürler. Onlar gibi bir milli marşla açma gereğini duyarlar. Fakat Osmanlı İmparatorluğu’nun bir milli marşı yoktur. Bu yokluğun sıkıntısı ve üzüntüsü içinde olan gençleri Sefaret imamı Hoca Tahsin kurtarır. Hemen ayağa kalkarak,”Tekbir getirmeye başlar. Bütün Türklerin bir ağızdan coşkun bir şekilde tekbir getirmeleri Fransızları da coşturmuştur. Alkışlarlar, bir daha söyletirler ve dinî tekbiri, millî marş olarak dinlerler.

            Ayrıca, Cumhuriyetten önce Romanya’ya spor karşılaşmasına giden gençlerimiz de Paris’te geçen olay gibi bir durumla karşılaşmışlar, hep bir ağızdan “Hamsiyi koydum tavaya” türküsünü söyleyerek, millî marş yoksunluğunu gidermişlerdir.

İstiklal Savaşı’nın ilk yıllarında, ordu eğitimi yönünden müziğin yeri takdir edilerek, askerleri, halkı coşturacak, inançlarını arttıracak bir marş yapılması düşünüldü. O günlerde milli şair Mehmet Emin Yurdakul, Semih Rıfat gibi ozanlar cephelere gidip söylev veriyor, deyişler okuyorlardı. T.B.M.M.’nde bir de “İrşat Encümeni” kurulmuştu.

Batı Cephesi Komutanlığı bir milli marşın yazılıp bestelenmesine önayak olacaktı. Bu amaçla Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey ile Milli Eğitim Bakanlığının görevlendirdiği, sonradan ilk Milli Eğitim Bakanı olan, Rıza Nur harekete geçtiler.

           İsmet Bey, o zaman Orta öğretim Müdürlüğü yapan (bir nevi müsteşar­dı) Kazım Nadi Duru’ya gider. Millî bir marşın yazılması, bestelenmesi ko­nusunda konuşur; yazana ve besteleyene beş yüzer lira verilecektir. Bu ilân, genelge halinde okullara tebliğ edilir. Ayrıca bu marşı yazabileceklere birer mektup gönderilir.  İkinci Millî Eğitim Bakanı olan Ham­dullah Suphi Tanrıöver, yazılıp gönderilen 724 şiirin Mecliste oylanarak seçilmesini ister. Bu şiirlerin çoğu yetersizdi. Zaten işleri çok olan Meclis’in bu görevi de yüklenmesi zordu. Bu nedenle, bakanlıkça bir “İstiklal Marşı Komisyonu” oluşturuldu. Yedi deyiş seçildi. Aralarında Akif’in şiiri de vardı. Bu 724 şiirin arasında Kazım Karabekir’in adı da görülmektedir.

             İSTİKLAL MARŞI’NIN MECLİSTE KABULÜ

             İstiklâl Marşı yarışmasına gelen şiirler içinde Mehmet Akif’inki göz kamaştırıcı bir parlaklık taşıyordu. Akif ‘in şiiri yarıştan önce hemen hemen Türkiye ölçüsünde duyulmuştu. Şiir, ilk olarak Ankara’da 17-Şubat–1921 günü Hâkimiyet-i Milliye Gazetesinin ilk sayfasında,”İstiklal Marşı başlığı altında “Kahraman Ordumuza” ithafı ile yayınlandı. Aynı gün şiir “Sebilürreşad” dergisinin ilk sayfasında da yayınlandı. 21-Şubat–1921 tarihînde, Kastamonu’da basılan “Açık Söz” gazetesinde İstiklal Marşı yayınlandı.

             Değerli hatip ve zamanın Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tan­rıöver gür sesiyle Akif’in şiirini Bütçe Encümeni müzakereleri sırasın­da okudu. Dinleyenler coşuyordu. Yeni yıla giriş dolayısıyla l-Mart-1921′ de Gazi Mustafa Kemal Paşa T.B.M.M.’nde bir söylev verdi. Arkasından ordumuza saygılar belirtildi, dualar okundu. Bu sırada Balıkesir Mebusu Hasan Basri Çantay’ın teklifi üzerine İstiklâl Marşı T.B.M.M.’de heye­tin önünde okundu. Ali Fuat Cebesoy’un babası İsmail Fazıl Paşa şiirin bir daha okunmasını teklif etti. Şiir tekrar okundu. Ardından gelen tekliflerle şiir tekrar tekrar okundu. Henüz İstiklal Marşı resmen seçilmemişti. Mebuslara bu iş için derlenen şiirler sunulmuş değerlendirmeleri yapılıyordu. Akif’ in şiirinin okunması mili heyecanı sağlaması bakımından uygun görülmüştü. Okunan şiir büyük bir alkış topladı. Meclis’in bu toplantısına Mustafa Kemal başkanlık ediyordu.

             12-Mart–1921 günü ikinci reis Adnan Adıvar başkanlığında toplanan Meclis, saat 17.45’te İstiklâl Marşı’nı resmen kabul etti.

             İstiklâl Marşı kabul edilirken, Meclis’te bazı münakaşalar oldu. Sözgelimi Besim Atalar Bey’in şu sözleri dikkate değer: “Efendim şiirler iki türlüdür; ya yüksek ve bedii bir histen doğar ya muhrik bir helecandan doğar. Böyle olmayıp da ısmarlama tarikiyle yazılırsa bu şiirler yaşamaz. Efendiler bizim Cezayir Marşımız vardır. Bu, halk arasında yaşıyor; bir müsabaka ile yazılmamıştır. Bu, ağlayan bir ruhun, eline silâhını alarak, düşmana koşan, vatanına koşan bir ruhun hissiyatını terennüm eder.

           Fransız Milli Marşı Marseillesin nasıl oluştuğunu bilirsiniz. İnkılab-ı Kebir esnasın­da silâhını almış koşan bir gencin söylediği şiir birdenbire taammüm etmiştir. Ismarlanan şiirlere verilecek memleketin parası yoktur.”

           Ancak itirazlar ve aleyhte görüşler rağbet görmedi. Artık bir milli marşımız vardı.

             MEHMET AKİF ve İSTİKLÂL MARŞI

            İstiklâl savaşı’na başlangıç senlerinde katılan Mehmet Akif de öte­ki görevliler gibi camilerde, dergâhlarda, halkın bulunduğu her yerde, açık ve gür bir dille sömürgecilerin yurdumuza saldırmalarını, bizim bunlara kar­şı açmış olduğumuz savaşı anlatmaktaydı. Şiirler, makaleler yazıyor, dergi ve gazetelerde bunları yayınlıyordu. O, milli, dini yükseliş yoluna katılan bir ülkücüydü. Bu sırada halkı, orduyu coşturacak ve gelecek soyla­rımıza bugünkü durumu öğretecek bir şiir yazılması ve bunun bestelenerek söylenmesi devletçe uygun görülmüştü. Marşın şairine 500, bestecisine de 500 lira armağan verilecekti. Akif, 500 lira verilmesi bölümünü uygun karşılamadı. Bu nedenle de yarışa katılmak istemedi. Akif’in böyle bir konuyu başarıyla işleyeceğine inanan Milli Eğitim Bakanı Tanrıöver, Ersoy’un yarışa katılmaması nedenini sorup öğrendi. Şaire bir mektup yazarak yarışmaya girmesi için rica etti.

           Akif mektubu alıp okuduktan sonra razı oldu. “O halde bunu yazmam benim için, bir vazifedir.” dedi. İstiklâl Marşını kaleme almaya koyuldu. Akif, Ankara’daki bütün şiirlerini olduğu gibi İstiklâl Marşı’nı da Tacettin Dergâhında yazmıştır. Kendisi Ankara’ya gelince burada konaklamıştır. Tacettin şeyhi, saygı olmak üzere dergâhı ona ayırmıştı. Buraya dergâh deyince, dervişler, ayinler akla gelmemelidir. Eşraftan birinin âdeta selâmlık dairesiydi ve ufak bir köşk gibi muntazam yapılmıştı. İçi dışı boyalı, döşenip dayanmış, avlusun­da ağaçları, çağıl çağıl suları akan bir şadırvanı bulanan güzel bir yerdi.

            Hamdullah Suphi Tanrıöver, yazdığı mektuptan sonra Akif’i ziyaret etti. Akif, İstiklâl Marşı’nı kafasında tasarlıyordu. Oturduğu dergâhın ka­pısı gürültüyle açıldı. Akif, ortadaki mangalın üstümde tarhana çorbası ka­rıştırıyordu, içeriye Tanrıöver’in girdiğini görmedi. Hamdullah Suphi “Akif Bey, bu ne dalgınlık.” demişti. O âdeta uyanır gibi başını kaldırdı. Millî Eğitim Bakanına: “Dalmıştım da, İstiklâl Marşı’na girecek kelimeleri arıyordum.” diyerek, kafasında hazırladığı bazı mısraları ona söyledi.

            17 Şubat 1921 tarihinden şiir bitti. Aynı gün basına verildi. 1 Mart 1921’de Millî Eğitim Bakanı’nın Meclis kürsüsünde arka arkaya alkış­lar içinde, istiklâl Marşını okuduğu sırada Akif de Burdur mebusu olarak Meclis’te bulunuyordu. Bütün Meclis’in bir yürek gibi çarpışı anında, Akif utangaçlığından başını kollarının arasına sokmuş, sırasının üstüne yatmıştı. O günün kendisi için çok önemli olduğunu, hayatında bu ka­dar heyecanlı bir gün geçirmediğini, yeri geldikçe söylerdi.

               12 Mart 1921de İstiklâl Marşı resmen kabul edilince, şiiri Meclis kürsüsünden Tanrıöver bir kez daha okudu. Tüm üyeler ayağa kalkarak, büyük bir coşku ve ürperti içinde dinlediler. Akif, heyecanından salonda duramayıp dışarı çıkmıştı. Marşın kabulünden sonra dergâhta çok samimi bir tören yapıldı. Mebuslar ve diğer arkadaşları gelerek Akif’i kutladılar. Mehmet Akif Ersoy’un istiklal marşı manzumesi için ayrılan 5OO lirayı almadığına dair yazılar çıkmıştır. Şair 500 lirayı almıştır. Fakat bu parayı kendine harcamamış, fakir kadın ve çocuklara iş öğretmek yoksulluklarına son vermek amacıyla kurulan Darül Mesai adlı kuruluşa armağan etmiştir. Bu haber, Hâkimiyet-i -Milliye gazetesinde ve 25 Mart 1921 tarihli Kastamonu’da çıkan Açık Söz gazetesinde yayınlamıştır.

        Akif, idealist bir vatanseverdi. Onun para ile ilgisi yoktu. Bugünün parsıyla milyarları bulan ödülü yoksullara verdiği zaman üstüne giyecek bir paltosu bile yoktu. Ankara’da yağmurlu havalarda bazen meslektaşı Veteriner Şefik Kolaylı Bey’in yağmurluğunu giyerek Meclis’e giderdi. Şefik Bey, onun bu halini görmüştü de “Akif Bey, şu mükâfatı alıp kendine bir muşamba veya bir palto yaptırsaydın, iyi olmaz mıydı? ” diyecek olmuştu. Akif, bu söze karşılık iki ay onunla konuşmadı.

           İstiklâl Marşı, Akif’in kaleminden çıkmış olmasına rağmen, o tarihten sonra yayınladığı kitaplarının hiçbirine şair, bunu koymamıştı. Kendisine sorulunca Onu millete hediye ettim. Artık o milletindir. Benimle alakası kesilmiştir. Zaten o milletin eseri, milletin malıdır; ben yalnızca gördüğümü yazdım.” demiştir. Akifrin bu inancındaki samimilik şairin “Kahraman Ordumuza” diye ithaf etmesinden de görülmektedir

          16 Haziran 1936’da Mısır’dan memlekete dönmüştü. Çünkü gurbet el­lerinde, sevgili yurdunun hicran ve hasreti onu yakmış kavurmuştu. Ciğerle­ri şişmiş, vücudu bir külçe kemik halinde kalmıştı. Beyoğlu’nda Mısır Apartmanı’nın loş ve sakin bir odasında son günlerini yaşamaktaydı. Arkadaşları kendisini ziyarete gelmişlerdi. Söz İstiklâl Marşı’na gelmişti. Bunun üzerine heyecanlanan ve canlanan Akif şöyle konuşmuştu: ( O günlerde ve daha sonraki tarihlerde, Akif’i sevmeyenler tarafından sık sık tekrarlanan teklif ve iddia şuydu: İstiklâl Marşımızın güftesi ve bestesi değiştirilmelidir. Güfte ve beste yönünden daha dinamik ve halkın rahatlıkla söyleyebi­leceği bir beste lâzımdır. Bu görüş Akif’e anlatılmıştı.): “İstiklâl Mar­şı…

O günler ne samimî, ne heyecanlı günlerdi. O şiir milletin, o günkü heyecanının ifadesidir. Bin bir facia karşısında bunalan ruhların ıstırapla­rı içinde halâs dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o gün­lerin bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılmaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lâzım. O şi­ir artık benim değildir. O,milletin malıdır. Benim, millete karşı en kıymetli hediyem, budur… Allah vatanımızı, istiklâlimizi tehlikeye düşürüp, yeni bir İstiklâl Marşı yazdıracak günleri göstermesin!”

              İSTİKLAL MARŞININ BESTELENMESİ

             Millî Eğitim Bakanlığı tarafından İstiklâl Marşı beste yarışması başlatıldı. Fakat sonuçlandırmak için fırsat bulunamadı. Yarışa 22 besteci katıldı. İçlerinde Ali Rıfat Çağatay, Ahmet Yekta Madran ve Osman Zeki Üngör de vardı. Seçim yapılmasına fırsat bulunamadı, T.B.M.M.’nin işleri çoktu. Bu esnada, düşmanların günden güne Anadolu’nun içlerine kadar sokulması, Polatlı yakınına kadar gelmeleri Ankara’da bile barınmayı güçleştirmişti. Ankara’da Ahmet Yekta’nın, İstanbul’da da Ali Çağatay’ın besteleri çalınmaktaydı.

           9 Eylül 1922’de yurdunuz düşmandan arınmıştı. Bu sırada, İstiklâl Marşı’nın bestesi de yeniden ele alındı, İstanbul’da Muzikayı Hümayun’un şefi Osman Zeki Üngör, İstiklâl Marşı’nı orkestrası ile çalmaya başlamıştı. T.B.M.M. Hükümeti Başkanı Mustafa Kemal de bu besteyi duymuştu. Sanatkâr Ankara’ya çağrılarak, Akif’in güftesi,  Atatürk’ün önünde Osman Zeki Bey’ in bestesine göre seslendirildi. Beste, Atatürk ve dinleyenler tarafından çok beğenildi. O günden beri, Zeki Bey’in bestesi, Millî Marşımızın bestesi olarak tutundu ve yurdun en ıssız köşelerinde bile saygıyla göğüsleri ka­bartmaya başladı, halen de öyledir.

            Marşın bestelenişinin öyküsünü Zeki Üngör kendisiyle yapılan bir röportajda şöyle anlatıyor:

           “Şişli’de, Uğurlu Han’ın dört numarasında oturuyordum. Kapı çalındı. İlkokul öğretmeni merhum İhsan geldi. Büyük bir heyecan içinde, süvarilerin İz­mir’e girişlerini anlatmağa başladı. Kepimiz coşmuştuk. Hemen kalkıp piyano başına geçtim ve derhal içimden doğan parçayı çalmaya koyuldum. Böylece marşın ilk (ti) yerine kadar olan akuru çıktı. İki gün sonra beste bitti. Bes­teyi millî marş olarak takdime karar ve­rince Viyana Konservatuarı Direktörüne, kıymeti hakkında daha kati bir fikir edinmek maksadıyla, gönderdim. On gün sonra, direktörden gelen mektupta, eserin çok orijinal bulunduğu ve melodisinin Türk milletinin ihtişamına yakışacak biçimde olduğu belirtilerek, tebrik ediliyordum.

            Bana Musikayı Hümayun’u tüm kadrosuyla Ankara’ya nakletmek va­zifesi verildi. Vahideddin henüz padişah olduğundan bu işleri gizli yapıyorduk. (Vahideddin 17 Ekim 1922’de yurdu terk etmiştir.)

            —Sizce marş ağır değil midir?

           —Katiyen değildir. İşte notası önünüzde duruyor. Baş tarafındaki şu bir dörtlük 80 metronomu görüyor musunuz? Metronomu 1 dörtlük 80 olan bir eser, hiçbir vakit cenaze marşına benzemez (O zaman bazı kimseler, İstiklâl Marşı’na cenaze marşı gibi ağır demişlerdi.) Ben, İstiklal Marşı’nı bestelerken, kulaklarımda, İzmir’e doğru koşan atlıların dörtnal sesleri vardı.

            —Peki, ama İstiklal Marşı’nı plâklardan dinlediğimiz zaman da kulağımıza ağır tempo geliyor.

            Üngör, marşın ağır çalınışında bando veya orkestra şeflerini suçlu bulmaktaydı. Ve Üngör şöyle devam ediyordu: “Sahibinin Sesi müessesesi, orkestrayla marşı çalmanızı istedi. Marşın, plâğın ancak yarısını doldurduğunu, mümkünse, plâğın aynı yüzüne bir marş daha çalmamızı rica ettiler. Böyle bir teklifi kabullenemezdim. “Marşı biraz ağır çalalım. Böylece plâk dolar. Sonra çalınırken gramofon biraz hızlıya ayarlanır, olur biter.” dedim. Fikrim aynen uygulandı. Fakat hatamı sonradan anladım. Çünkü marş çalınırken, gramofonun hızlıya ayarlanması icap ettiğini kim bilebilirdi? Radyo idarelerine defalarca müra­caat ettim, plâğın ayarını doğru yapmaları için. Fakat müspet bir netice elde edemedim şimdiye kadar… Bugün Millî Marş üzerinde bir münakaşa var­sa, buna herhalde ben ve müziğim sebep olmadık. Sebep onlar, notadan an­lamadan,  orkestralara bu müziği ağır çaldıranlardır. Bu halde, bu mevzuda yapılacak bir iş varsa o, yeni bir Millî Marş bulmak değil, mevcut Milli Marş’ın doğru dürüst çalınmasını temin etmektir.”

            Zeki Bey’in İstiklâl Marşı bestesi, Millî Marşımız olunca, bazıları bunu basmak için Üngör’e müracaat etti. Telif hakkını satın almak istedi­ler. Üstat  “Bu beste, benim değil ulusundur.” diyerek satış teklifini red­detmiştir.

             Güfte ve bestesiyle İstiklal Marşı tarihimizde bir daha yaşamayı istemediğimiz bir dönemde vücut bulmuş tekrarı imkânsız milli değerlerimizdir.

2 thoughts on “İstiklal Marşı ve Mehmet Akif- Özel

  1. Şairler yer yüzüne ve insanlığa; büyük yaratıcının dilde ustalık bakımından birer lütfudurlar diye düşünüyorum. Ancan insanlık tarihinde bir çok şair va yazar, sözlerinden ötürü ne yazıkki zindanlarda zor günler yaşadıkları, insanlığın bir yüz karası olarak yer yüzü tarihinde acı izler bırakmışdır. Bir deyişimle sözümü birirken Bütün ahirete göçen şairlerin ruhları şad olsun. Duygu ve düşüncenin suç olduğu bir dünyada güzelliklere ulaşmak hiçte kolay değildir. Saygılarımla.
    Mehmet AKİF;
    ŞİİR’İN PINARIYDI !

    Yokluğun; çilelerin! memleket şairi,
    Koyduğun sözlerin yıkılmaz kaledir.
    Mehmet AKİF’ler; bir devirler için,
    Yurdu; vatanı için! dilde bir meşaledir.

    İnsanlığa dersler versin! mezar taşları,
    Akmasın anaların gözünün yaşları.
    Tepemizde uçuşsun huzur kuşları,
    Hakça paylaşalım; sevinç’i, kederi.

    Vatan vatan mı olur huzur olmayınca,
    Bastığınız toprağa değer vermeyince,
    Tohum nasıl döllensin ilki görmeyince,
    Ruhun şad olsun; senin Mehmet AKİF.

    09.07.2011 İsmet GÜR Mudanya’dan
    şiirlerle beraber. blogspot.com

Yorum bırakın